4 Temmuz 2011 Pazartesi

Türkçe konuşup Kürtçe ağlarız biz




Çok şanslıyım. Kendimi ifade edecek iki dilim var benim. Ne zaman öğrendim bu iki dili beraber hatırlamıyorum bile... Zaten hep biliyordum sanırım...

Çocukluğum 7 yaşına kadar; yani İstanbul’a gelip kolejlerde okuyana kadar Maraş;
Elbistan, Malatya; Akçadağ ve biraz da Hakkari; Yüksekova’da geçti.
Hakkari'ye solcu olduğu için siyasi sürgün olarak gönderilmeden önce öğretmenlik yapan babam ve annemle beraber toplam 6 kişilik ailemle doğduğum şehir yer olan Elbistan’daydım. 
Okulun yanındaki küçük evimizde karşıdaki ovaya bakarak mutluluk içinde, kocaman bir köyde, kocaman bir ailede yaşadım.
Birbirine çok yakın yaşlardaki dört çocuk ve ailenin birkaç genç delikanlısı ve genç öğretmenlerle beraber oldukça korunaklı ve mutlu bir çocuktum.
Tüm köy adeta bir aileydi. Öyle ki komşu kadınlar birbirinin çocuklarına bakar ve hatta köyün delisi bile küçük çocukları korur ve kollardı.
Evimizde yemek istemediğimiz yemekleri bırakıp, durumu hiç de iyi olmayan öteki evlerde hazırlanan açık ekmek ve içindeki birazcık peyniri zevkle yer, çocuk olarak bize tanınan özgürlüğumüzün tadını çıkartırdık.

Ben ne kadar da köyün en çok ağlayan, sevimsiz - ki bu yüzden tüm köyün”'aman aman düşman başına” diye hatırladığı - hani sokakta görünce çocuk yapmaktan hemen vazgeçtiğimiz türden bir ağlak olsam da yine de mutlu bir çocuktum. 
Eğer ki uydurmuyorsam evimizin kapısından karşıdaki dağa bakıp, benden sonra doğan ama yaşamını erkenden kaybetmiş bir kızkardeşim olduğunu anımsıyorum. Daha bebekkken aramızdan ayrılıp karşı dağdaki çocuk mezarliğinda yatan, sanki biz ordan ayrılana kadar yine de bizimle, ailesiyle içiçe yaşayan kızkadeşimi...

Askerleri anımsıyorum ...o kadar çok baskın ve arama yaparlardı ki evimize, öğretmen olan babamın okul kitapları bile sakıncalıydı sanki ve bir keresinde bebek olan erkek kardeşimin beşiğinin aldına gizlenerek aramadan kurtulmuş kitaplar da bizim gibi var olma mücadelesindelerdi, yaşamlarını sürdürmek için inatla evimizdelerdi...
Sanırım o zamanlar Türkçe öğrenmek bizim için son derece doğaldı ne de olsa babamız bir okul müdürüydü ve en iyi Türkçe'yi konuşanlar bizlerdik.

İki dil arasındaki ayrımı ve Kürtçe'nin ne kadar sevilmeyen bir dil olduğunu ancak büyüdüğümde anlamaya başladım.
Belki de biz çocuklara öğretilmemesinin sebebi buydu. Anne babalar olarak çocuklarını koruma içgüdüsü ile koskoca bir kültürden, zengin bir dilden mahrum kalmıştık ki bu dil bizim kendi ana dilimizdi...

Yine de resmi olarak öğrenemediğimiz bu dil gayri resmi olarak, nenemin bize anlattığı masallarla, evde söylenen türkülerle bize aktarılmaya devam ediyordu sesizce ve usulca...
Ailenin erkeleri yani sadece bizim değil, pek çok Kürt ailenin erkekleri kadınlara oranla Türkçe bilmenin önemini daha çabuk kavramıştır. Çünkü erkekler resmi kurumlarda, dışarıyla olan ilişkilerde olmak durumundaydılar daha çok.
Yine de o bastırılmış dil inatla yaşamlarımızda yer almaya devam etti.

Duygumuz Kürtçeydi ama düşüncemiz Türkçe.
Türkçe konuşup Kürtçe ağlardık. Kürtçe şarkılar dineyip, Kürtçe hüzünlenirdik..
Türkçe resmi dilimiz, Kürtçe anadilimizdi ...
Hüznümüz Kürtçe, masallarımız Kürtçeydi.
Ne kadar uzak olsak ta kendi kültürümüzden, hislerimiz ortaktı. Nesilller boyunca aktarılan, kadınların ayakta tuttuğu bir inattı Kürtçe...

Hatırlarım güzel bir hikayeyi, neşeli bir fıkrayı anlatırken annem, “Bunu Türkçe anlatınca komik olmuyor” diyip Kürtçe anlatırdı. “Anladınız değil mi?” diye de sorardı mutlaka.
Bize Türkçe kızar ama Kürtçe gülerdi.

Büyüdükçe bu iki dilin beraber kullanımının bir yoksunluk değil, aksine mütiş bir zenginlik olduğunu anladım.
Tanımadığım bir müziği dinlerken hissettiğim hüzündü Kürtçe. Acıların diliydi...
Ne kadar bastırılsa da kendine bir yaşam kurmaya, bir çıkış aramaya devam ediyordu. Edecek de...

2 yorum:

zeno dedi ki...
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
ümit yaşar aras dedi ki...
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.