17 Ekim 2013 Perşembe

KATİL JOE VE FARKINDA LEYLA


Katil Joe'yu hatırladınız mı?
Hani birkaç yazı önce tanıştırmıştım size. Aslında ben de kendisini yeni tanıyorum, tanıdıkça da bir taraftan seviyorum sinsi sinsi fakat bir taraftan da 'hoop! arkadaş, one minute' diyebiliyorum.



Neyse, Joe'yu henüz tanımayanlar, 'Katil Joe ve Balkan Böreği' isimli yazımı bir okuyun şimdi, onun üzerine devam edeceğim. Haydi, üşenmeyin, ben bekleyeceğim sizi söz! Siz bitirmeden başlamayacağım yeni yazıma.

Daha önceden okumuş olan arkadaşlar; ötekiler eski yazıyı okuyadursunlar, ben biraz dedikodu yapayım sizle olur mu?

Olur tabi, 'olur' dediğinizi duyuyorum. Hepimiz bayılırız dedikoduya magazine, değil mi ama? :)

Şu an çayım elimde, sabah kalktım, yağmurun sesini dinledim biraz. Ohh! En sevdiğim hava, serin ve romantik..
Kahvaltımı yaptım. Bir görsen, bende nasıl bir neşe, nasıl bir coşku; sanki o geçen aylarda onca gerginliği yaşayan ben değilmişim gibi. Yok Merkür, yok dolunay, yok yüzleş yok bırak, mahvolduk ya hu!

Neyse o duygular geçmiş işte. En sevdiğim -sabah uyan ve dinle- radyosunu açtım. JOY FM

Ergenliğim ve kolej dönemi alışkanlığım; tüm o romantik şarkıları dinlerken 'yaa' dedim, 'ortaokul yıllarında, lisede ne çok dinlerdik bu müzikleri, bu parçaları; Whitney Houston'lar Kyle Minogue'lar, kavuşamayan aşıklar, mektupla gönderilen öpücükler, ulaşılamayan sevgililer, mutsuz ve ağlayan kadınlar..'

'Ya ne var ki bunda?' diyeceksiniz. Aslında çok şey var..
Bu aralar yine kendime dair düşünüyorum. Ben hep kendime dair düşünürüm, düşün düşün zordur işin diyeceksiniz şimdi ama olsun, bundan rahatsız değilim. Düşündüğüm kadar dans da ediyorum, hayattan keyif almayı da bulutlarla konuşmayı dahi becerebiliyorum! Bu da benim hayat dengem.

Yargılarımı düşünüyorum bu aralar. Bir konu hakkındaki, bir insan hakkındaki varsayımlarımı, sanmalarımı ya da kafamın içindeki etiketleri düşünüyorum. Bazıları o kadar derindeler ki, onların yargı olduklarının farkına bile varamıyorum. Nereden geliyor ve nasıl yerleşiyor bunlar benim zihnime - daha doğrusu nereden gelmiş ve nasıl yerleşmişler, kim yerleştirmiş?- bilmiyorum. Geçmiş zaman kullanıyorum çünkü biliyorum ki bunlar benim çocukluğuma ait kafamda oluşturduğum, doğru kabul ettiğim düşünce kalıpları ya da başka bir deyişle enerji formları.

Misal; benim beğendiğim erkek tipi o kadar belli bir tiptir ki, en yakın arkadaşlarım buna uyan birini gördüklerinde mutlaka bilirler o arkadaştan hoşlanacağımı. Esmer, karakaşlı, kara gözlü ve mutlaka sakallı. Bu kadar. Bu benim birini fiziksel olarak çekici bulmam için, 'hmmm' diyip dönüp bakmam için yeterlidir. 
Not: Bu şekilde beğendiğim ve 'bu adamlar enerjim uyar' dediğim hiçbir ilişki doğru bir ilişki olmadı benim için. Bunu da ayrıca belirteyim. :)

Neyse, işte bu özelliklerde bir arkadaş ki bu memleketimizin erkek ortalamasının %90'ını oluşturuyor, karşıma çıktığında; pardon arkadaşım burada bir duralım, biz de biraz seçiciyiz heralde, şimdi burada kalbimi size açıyorum diye pis pis gülmeyin. Beğendik dedik başka bir şey demedik. Herkes hergün birilerini beğeniyor, illa bir şey olacak diye bir şey yok. Burada karşılıklı bir analiz yapıyoruz!
Gülmeniz bittiyse devam ediyorum. Son derece bilimsel bir çalışıyorum unutmayın, ben bir istatistikçiyim, elimde yeterince deneyim ve veri olmadan bir genelleme yapamam, değil mi ama?:)

Neyse, konuya dönelim. İşte mevzu bu kadar basit!
Bu benim tamamen kafamda oluşturduğum bir yargı. Yakışıklı erkek nasıl olmalı yargısı. Artık çocukken izlediğim filmlerden mi, babamın gençlik hallerinden mi, Kadir İnanır'dan mı, nenemin -biz babanneye nene deriz biz- 'kızım, evleneceğin adamı her akşam yatağına alacaksın, biraz yakışıklı olsun kaşı gözü güzel olsun' demesinden mi 
bilmiyorum; belki de hepsi iç içe geçmiştir.

Ama 'artık' şundan eminim ki; bir adamı sadece bu özelliklerinden dolayı çok yakışıklı buluyorsam kesin o an benim yargım devreye girmiş demektir. O anı hissedebiliyorum. Gözüme bir perde iniyor ya da Kenan İmirzalıoğlu - ki tahmin edeceğiniz gibi kendisini pek beğeniyorum - lenslerimle karşımdaki adama bakıyorum. Şimdi tüm bu durumu yeterince veriyle deneyimledikten sonra başıma geliyorsa, farkındalık zillerimi çalıyorlar hemen: 'hooop! yavaş, gel buraya bacım, mevzuya ve abiye biraz da uzak mesafeden bakalım' diye beni yanlarına çağırıyorlar. Kim mi onlar? 
Katil Joe ve yeni arkadaşı Farkında Leyla.
Onlara geçmeden önce şunu da söylemeliyim. Dedim ya sabah dinliyorum Whitney Houston'dan aşk şarkısını, şöyle diyor şarkıda:

Ben seni seviyorum ama
Sen beni sevmiyorsun
Ohh yeah ooo yea
Sen yokken ben sensiz neyleyim
Ohh yeah yeah yeeah yeeah
Sen olsan ben tamam olurum
Bıdı bıdı yeaah
Sensiz ben hep eksiğim
Yeah de yeaah ohh yeaahhh

İşte bu şarkılar da bilinçaltımıza sürekli bu mesajları vermiyor mu?
Bir erkek olmadan bir kadının eksik ve zayıf olduğunu, hayatımızda bir ilişkimiz yoksa nasıl da kahrolduğumuzu ve mutsuz hissettiğimizi...

Aşk ve ilişki kısmıyla bir derdim yok; aşkı da severim, erkekleri de. Ama hayatımızın ancak bir erkekle beraber olduğumuzda ya da 'koca bulduğumuzda' tamamlanacağı kısmıyla bir derdim var.
Çünkü derinlerimde bir yerlerde ben de bunu hissediyorum(dum).
Sanki bir erkek olmadan eksikmişim, içimdeki boşluğu ancak bir erkek doldurabilirmiş gibi hissederdim. Artık bu hissin altında Allah bilir, neler var!
Hangi korkular, değersizlik hisleri, anne baba ve toplum baskıları.
Zira tüm bunlar da birer yargı değiller mi? Bir şekilde kadınlara öğretilen, dayatılan, küçük birer kız çoçuğu iken kulaklarına fısıldanan masallar, izletilen filmler ve tabi şarkılarla bilinçaltına işlenen.

Biz kim olursak olalım, ne kadar özgür başarılı güzel seksi spiritüel kadınlar olursak olalım, bu yargının ağırlığını hissediyoruz hayatlarımızda.
Sanırım insanın bu durumda farkındalığını artırması ve kendi içine bakması gerekiyor. Hele ki biz kadınların bunu kesinlikle yapması gerekiyor. İçimizdeki kadını bulup çıkartmalıyız ve onu büyütüp, süsleyip püsleyip alana bırakmalıyız. Kadın enerjimize sahip çıkmalıyız. İçimizde çocukluğumuz boyunca oluşan ve varolan o boşluğu herseferinde bir adamla, bu adam beni tamamlar diye doldurduğumuzda - ki hiçkimse bir başkasının boşluğunu dolduramıyor, bu çok ağır bir yük- bir süre sonra daha derin bir boşlukla başbaşa kalıyoruz. Adam gidiyor; sen de başlıyorsun o boşluğu ayakkabıyla, çantayla, alışveriş, içki, tatlı, diziyle doldurmaya..

Hal bu ki o boşluğun dibi delik, ne kadar koyarsan koy dolmuyor. Ta ki o boşluğa kendini koymaya başlayana kadar. Kendine sahip çıkıp, kendine değer verip, tüm yargılarla, çocukluk yaralarıyla dolu içindeki çocuk-kadını sarmalayıp, şevkatle ve sevgiyle büyümesine izin verirsen; onunla beraber adım atarsan yavaş yavaş, bir bebeğin yürümeyi öğrenmesi gibi, sabırla, göreceksin ki o çocuk-kadın büyüyecek. Kendine güvenen, kendini seven, yaşamı dönüştüren o gücü kendinde bulacak ve güçlü bir kadın olarak içindeki yerini alacak. Kendi hissini, duygusunu takip eden, seni de kendi ışığıyla besleyen kadın enerjisini ve desteğini hissedeceksin.

İçinde bir boşluk olmadığı için de dünyaya ve erkeklere de 'gel beni tamamla' gibi oldukça ağır bir yükle bakmayacaksın. Biz bilmesek de ruhlarımız, enerji bedenlerimiz birbirini tanır ve hisseder. Bizden önce onlar iletişim kurarlar. O zaman senin enerji bedenindeki sevgiyi, tamamlanmışlığı daha farklı kişiler görmeye başlayacak ve birden hayatındaki her alan değişecek. Bu sadece aşkta olmayacak. Ailende, iş ilişkilerinde ve her şeyde böyle olacak.

Yaa, işte böyle..
Romantik bir sabahta içimden çıkanlar bunlar. Hal bu ki 'acı bedeni' ile ilgili bir yazı yazacaktım. Size Farkında Leyla'yı tanıtacaktım ama anladınız değil mi, benim Leyla'nın kim olduğunu?
Leyla ve Joe bu aralar pek iyi anlaşıyorlar. Pek çok maceraları var.
Artık onları bir sonraki yazıda anlatırım size.
Şimdilik, 
Namaste

14 Ekim 2013 Pazartesi

FARKINDALIK ALANI, KURTULUŞ OTOBÜSÜ


Bu sabah bir blog yazısı okudum. Ben genelde her şeyi okurum. Gazete okurken mesela, tüm ayrıntılara bakarım: isimler, saatler… Bu gerçi gereksiz bir işlem bir taraftan ama ne yapayım, analitik beynim böyle çalışıyor. Bu benim bir meseleye bakarken çok yönlü bakmamı da sağlıyor. Boşuna istatistik okumamışım diyorum kendi kendime, eğitim aldığım alan benim kişiliğimi de belirliyor, aynı yaptığım iş gibi…

Neyse efendim, blog yazısı uzak ve egzotik diyarlarda yoga eğitimi alan biri tarafından, son derece heyecanla ve samimi bir şekilde yazılmış. Orada aldığı eğitimlerden, hocalarından, yoganın hayatına nasıl girdiğinden bahsediyor. Ben de herkes gibi severek okuyorum;
ama bir taraftan hayatındaki bu mucizenin ve değişimlerin şehre döndüğünde, gündelik hayatındaki ve ruhundaki etkisini merak ediyorum.

Doğada olduğunuzu hayal edin, yemyeşil ağaçlar, bol oksijen, sizin için hazırlanmış nefis yemekler, deniz, güneş ya da dağın ortasında bir kamptasınız . Bütün gün dinleniyorsunuz. Tanrım, geceleri yıldızlara bakarak uyuyorsunuz ve belki mavi gözlü oğlanlarla flört ediyorsunuz. Yaşam ne güzel değil mi? Ne kadar mutlu değil mi? Orada mutlu olmak ne kadar kolay…

Şimdi bu ortama -doğa ya da kampa- spritüel bir kat çıkalım. Eğitimdesiniz, yoga ya da bir terapi sistemi ile çalışıyorsunuz. O niyetle ordasınız; kendinizi anlamak, katmanlarınızı görmek… İnanılmaz yüzleşmeler, farkındalıklar yaşıyorsunuz. (Tabi buna hazırsanız ve bunu görmeye açıksanız) Doğa size destek oluyor, sırtınızı sıvazlıyor, bazen bir meditasyon sonrası ağlayarak ormana koşuyorsunuz ya da bazen soğuk suya dalıyorsunuz , iyi geliyor.

Bu resimden doğayı çıkartalım ve yerine bir stüdyo koyalım. Mesela bir yoga stüdyosunda aynı eğitimdesiniz. Büyük farkındalıklar yaşıyorsunuz. Etrafınızda sizi anlayan, daha doğrusu anlayan demeyeceğim, anlamasa da sizin iyileşme sürecinize tanıklık eden ve bir şekilde enerjileriyle destek olan insanlar var, sizden önce aynı yolu deneyimleyen bir de hocanız. Ne büyük bir destek ve ilerleme ortamı. İnsana yanlız olmadığını hissettiriyor. Sonra eğitim bitiyor ve siz o korunaklı alandan çıkıp evinize dönüyorsunuz ve işte…

Gündelik yaşamınız başlıyor tekrar, sıradan yaşamınız. Bunu küçümsemek için söylemiyorum; aksine bana göre asıl er meydanı burası, asıl yüzleşmeler ve farkındalık alanı burası.

O stüdyoda ya da kampta öğrendiklerinimizi pratik etmek için yaşam karşımıza testler ve aşamalar çıkartmaya başlıyor. Oradaki farkındalık konularımız karşımıza farklı formlarda çıkmaya başlıyor: arkadaşlarımızla, ailemizle, sevgililerimizle (sevgilimiz demek istedim, aynı anda bir kaç sevgiliniz varsa ve 30 yaşın üstündeyseniz koşarak stüdyoya dönün ve bu mevzu üzerine tekrar çalışın).
Mesela ilişkilerle ilgili çalıştınız; ’’Aha! Anladım, demek bunun için böyle davranıyormuşum!’’ diyorsunuz ve
zannediyorsunuz ki beyaz atlı prensinizi bulup yolunuza devam edeceksiniz. Hemen nişan elbisenizin rengini düşünmeye başlıyorsunuz.

Ama işte öyle olmuyor. Hayat yine karşımıza aynı senaryoyu, aynı aktörü çıkartıyor. Ve size diyor ki: Oyna çocuğum! Göster amcalara bakayım o stüdyoda ne öğrendin? Öğrendiğin şey aklında mı, yoksa ruhuna ve kalbine inmiş mi? (Bu arada farkındalık denen şey ortaya çıktı mı hayatımızda değişim yaratabilmesi için belli bir zamana ihtiyaç duyuyor, süreç böyle işliyor, onu aceleye getirmek aynı şeyleri tekrarlamaktan başka bir şey değil)

Neyse; sen tanıştın abiyle, başlıyorsun oynamaya. Şimdi kendin hakkında daha bilgili ve açık olduğun için neyi neden yaptığını anlıyorsun. Bir ilişkide hareket ederken sadece kendin değil; geçmişin, yargıların, ailen ve çevren de olduğunu biliyorsun. Sonrası: bilemiyorum. Alacağın ders, öğreneceğin konuya göre filmin şekilleniyor: uzun, kısa, erotik ya da romantik olabiliyor, onu bilemiyoruz…

Anlatmak istediğim şudur ki: farkındalık yaşadığımız, anladığımızı sandığımız her şeyi hayat mutlaka karşımıza tekrar test olarak çıkartıyor. Bir eğitime katılıp ’’Oh, ben oldum, derdim buymuş’’ demekle olmuyor. O durumla karşılaştığımızda verdiğimiz tepki ya da yaptığımız seçimler asıl bilgeliğe götüren adımlardır. Yoksa Himalayalar’ın tepesinde tek başına güneşe bakarken sevgi meditasyonu yapmak kolay. İş ki onu sıkış tıkış Kurtuluş otobüsünde, yorgunluktan gözlerin kapanırken, aynı nefesi paylaştığın insanlara karşı yapabilesin…

’’İnsanın asıl karakteri baskı altındayken ortaya çıkar’’ diyor senaryo dersleri aldığım hoca. Kişi söylediği lafta değil yaptığı davranışta belli eder kendini.
 Her yerde, her kişide kendini görebilirsin, yeter ki gözünü aç ve bak…