18 Temmuz 2013 Perşembe

BENİM KABEM İNSANDIR : BABA BENİ NİYE CEMEViNE GÖTÜRMÜYON?


Bir gün babam bana bir soru sordu.
Sanırım üniversitedeydim.Sene 1998.Kızım ben hiç bilmiyorum sen ne düşünüyorsun din hakkında inanç hakkında.Konuşalım mı biraz dedi.
Ben de yaa işte ne bilim… bilmiyorum ki işte dünya falan var… diye gevelemiştim. Din ve inanç hakkında gerçekten hiç düşünmemiştim.Alevi bir aileden geldiğim için de herhangi bir din baskısı yoktu hayatımda. Hatta bizler biraz ateist aleviler olarak yetiştik sanırım.(bu tamamen benim tanımındır J)Aleviliğin rituellerini  o kadar da yerine getirmezdik.Neneler hariç alevi oruçlarını tutan pek görmedim diyebilirim ve açıkcası hayatımın çok uzun bir döneminde merak ta etmedim .

Geçenlerde babama ben soruyorum bu sefer ya baba bizi niye Ceme götürmediniz hiç?

Bir Cem evinin ne olduğunu ve işlevini ilk olarak fark ettiğimde dedemin cenazesindeydik.Üniversiteyi bitirmiş çalışma hayatına başlamıştım Evimizin orda büyük bir cem evi vardı ve bazı zamanlar cümle içinde kullanımı artardı. O zamanlar anlardık ki cenaze var.

Ben gençlik yıllarımda hayatı ve dünyayı ve kendimi anlama çabalarımı biraz isyanla ama daha çok kendi dünyamı kurarak ve etrafında olup bitenlerden bazen kendimi izole  ederek büyüdüm. İlkokuldan sonra lise sona kadar kolejde okudum. Çok iyi bir öğrenciydim.Başarılı olmanın taşıdığım tüm farklılıklardan sıyrılmak ve toplumda kabul görmek için bir çıkış kapısı olduğunu çocukken fark etmiştim.Çünkü çok olmasa  da ismimden dolayı yada Kürt olmaktan hadi o olmadı Alevi olmaktan o da mı olmadı solcu bir aileden gelmekten dolayı ayrımcılık denemeleri olmuştur hayatımda
Neyseki özgüveni yüksek bir çocuktum ve kimliklerıine ne çok tutunan ne de yoksayan bir aileden geliyordum.
Kolejde İngilizceyi de iyi öğrendim.O bana başka türlü bir hayatın kapılarını açtı. Okuduğum kitaplar, dinlediğim müzikler, mektup arkadaslarım.. yani kendime yeni bir dünya yaratabiliyordum ve bir çocuk olarak gelişirken biraz da olduğum ortamdan farklı biri olarak büyüyordum.Çok meraklı bir çocuktum müzige, kitaba, dansa, spora.
Ve herşeyi denerdim. Paten kaymak, gitar çalmak, çingene dansı bilemedin rap .
4 çocuklu bir ailenin kolejde okuyan tek çocuğuydum ama niyeyse bu kardeşler arasında hiçbir zaman sorun olmazdı. Annem hep derdi  bizim Devrim biraz değişik bir çocuk, birseye aldırmaz, kıyamette kopsa alır kitabını eline okur kendi dünyasında.Anlayacağınız herzaman ailemin desteğiyle bana karşı saygılarıyla kendi yolumu bulmaya çalıştım ve bunun için de çok çok şanslıyım.

Neyse bir gün kuzenim Mahirle beraber kendimizi cem evinde dedemin cenazesinde  taziyeleri kabul ederken bulduk.
O da benim gibi isyankar bir arkadaştı. Aslında benim ablam ve onun kardeşinin bu görevi yerine getiriyor olmaları gerekirdi herikisi de kendi kültürlerine yakın kişilerdi ama ikiside yurtdışında yaşıyordu dolayısı ile biz abii nee oluyoo yaaa tavırlarımızla başınız sağolsun diyenlerin ellerinden sıkarken  sanırım o gün hem büyüdük hem de kendi kültürümüze inisiye olduk. Yani ben öyle oldum.

O cenazeyi şaşkınlıkla izlediğimi hatırlıyorum. Dedemi yıkadıkları odayı annemin ve kardeşlerinin o odada onunla son vedalarını, tabutun önüne nenemin  yaklaşıp ta Hassan Hassanko dediğini uzun bir koridorun kapısından sızan ışıktan gördüğüm babamın hızlı hızlı içtiği sigarasıyla herkesi selamladığını ilk orda o cemevinde başka bir açıdan farkettim.
Kendi kültürüme olan merakım da o zamanlarda başladı.

Aslında biz ne kadar da alevi olsak o inanışın getirdiği uygulamalarla büyümedik.Ben hiç Cem görmedim mesela.
Daha çok alevi olamanın felsefesini aile hayatında yaşadık. Daha önce bir yazımda anlatmıştım babamın bize Mahsuni Şerif türkülerini dinlettirme çabalarını beraber söylenen türküleri ve türkü defterlerimizi…
Bazen düşünüyorum, sanırım ne olursa olsun bir inanç ritüelleri eksikliği yaşıyorumdum belki de hayatımda.Bundan dolayıdır budizme, yoga ve meditasyona daha araştırmaci bir gözle bakmam,yani bir varoluş felsefesi sunması bana iyi geliyor Bahsettiğim şey din kavramı değil ama bir evrene bir enerjiye inanma ihtiyacı duyuyorum.. bu bana iyi geliyor ve Alevilikte de tarif edilen aşk hali, sevda hali, doğaya duyulan hayranlık biraz şamanik ritueller, cemler mesela; tanrıya kadın, erkek dansla dönerek yakın olma halleri  inanılmaz mistik benim için.

Bazen kızıyordum babama ya baba niye ceme götürmedin bizi hiç diye
Kızım derdi alevi olsun, sunni olsun, hristiyan olsun önemli olan inancını yapacağın rituellerle başkasına göstermek değil kalbinde dürüst olmak, sevgi duymak, saygı duymak ve insan olmak insan. Gerisi boş.
Namaste


ateş nardadır sacda değildir
keramet hırkada taçda değildir
ne arar isen kendinde ara
kudüste mekkede hacda değildir.
ellerin kabesi var
benim kabem insandır
kuran da kurtaran da
insanoğlu insandır…
(Hacı Bektaş-ı Veli)

12 Temmuz 2013 Cuma

BİR YOGACI OLARAK, KAHRAMANIN YOLCULUĞUNA SPİRİTÜEL BİR YAKLAŞIM…

Biz yogacılar biraz garip insanlarız. Nasıl derseniz?  Her şeye deneyim olarak bakarız. Yani yaşadığımız acı, tatlı, az tatlı ne olursa olsun acaba ne anlatıyor diye bir düşünüp, birde o açıdan bakarız kendimize.
Ben bunu çok rahatlatıcı ve aynı zamanda özgürleştirici buluyorum ama elbette öğrenmesi çok zaman alıyor.

Dün akşam verdiğim bir “Yin Yoga” dersinde Sarah Powers’ın kitabından bazı bölümler okuyordum, duygulardan bahsediyordu. Pozların içindeyken oluşan duygulardan… Yin derslerine katılıyorsanız bilirsiniz bazen tüm o uzun ve ardı ardına yapılan pozlarda kalmak aniden yoğun hisler ve duygularla baş başa kalmanızı sağlayabilir. Yani bir poza girdiğinizde sabit duruşa yerleşene kadar biraz fiziksel olarak zorlanırız.
Misal o gün trafikten çıkıp gelmişseniz, sevgilinizle tartışmışsanız, evinizde otururken birden gaz yemişseniz, sabit alana girmek zihin için biraz zor bir durumdur. Ama nefesle, bir süre sonra bu duygu durumun değişeceğini bilerek hareket ederseniz, belki sizi yönlendiren hocayla etrafınızdaki kolektif enerjiye teslim olmaya başlar ve yavaş yavaş o akış içine akmaya başlarsınız. Ve beden rahatlamaya başladıkça zihin de sessizleşir biraz.
Paul Grilley’e göre,  yoganın etkisi daha doğrusu iyileştirme ( healing) süreci burada başlıyor ve önce kendisini fiziksel seviyede gösteriyor. Dolayısı ile bir pozda hissettiğimiz rahatsızlık, bizim o gün ki deneyimimize bir çağrıdır aslında...

Benim için verdiğim yâda katıldığım her ders bir yolculuk, bir deneyimdir. Son günlerde “Boğaziçi Üniversitesin de”,  büyük bir heyecanla misafir olarak katıldığım “Sinemada Mitolojik Yapı ve Hikaye Anlatıcılığı” diye bir ders var. Derste ki heyecanımın asıl kaynağı Joseph  Campbell ‘in “Kahramanın Yolculuğu” sürecinin sinema ve hikâye anlatıcılığı bazında inceleyebiliyor olmak. Çok deneyimli ve mitolojiye ayrıca sinemaya büyük bir tutku ile bağlı bir eğitmenin dersi veriyor olması, hem başka bir alanda ders veren biri olarak hem de öğrenci olarak beni oldukça etkiliyor. Özellikle tüm öğretilerin birbiriyle bağlantılı olduğunu görmek de…
Ve hocam konuştukça ben anlattıklarını kendi yoga maceramda tekrardan anlamlandırıyor ve görüyorum ki hayatın her alanında insan kendi gerçekliği ile karşılaşabilir ve bunun için pek çok araç var; yoga, sanat, sinema, mitoloji.

Neyse efendim gelelim Yoga da Kahramanın yolculuğuna. Dedim ya bu yolculuktaki ilk adım maceraya çağrı.
Bir poza giriyoruz ve böylelikle o pozun hikâyesi ve kendi maceramıza çağrımız başlıyor. Burada fiziksel rahatsızlık başlıyor. Alışkanlıklarımız, konfor alanlarımızın dışına çıkacağımızı hissedip hemen tepki veriyoruz ve hemen zihin devreye giriyor; rahatsızım, sıkıldım, oda çok havasız, sınıf kalabalık. Ve böylece o çağrıyı reddetmeye başlıyoruz. Bu da yolculuktaki 2. adım oluyor.
Bu yolculuk mitolojide bir hikâye anlatırken kullanılan toplam 12 adımdan oluşan bir süreçtir.


Mitolojik hikâyeler pek çok seviyede evreni, hayatı anlamak, kendimizle bağlantıya geçmek, toplumların ilerlemesi ve değişmesine katkıda bulunmak ve kendi hikâyelerimizi gözden geçirerek çocukluktan taşıdığımız bağımlılıklarımızın farkına varıp artık birer yetişkin olma sorumluluğuna belli krizler ve testleri geçerek kendi hikâyelerimizin karamanı olmamız için bize yol gösteren hikâyelerdir. Pek çok kültürde benzer hikâyelerin anlatılması ise insan olarak kolektif bir bilinci taşımamızla ilgilidir. Ben bu bilince “karma bilinç” demek istiyorum.

Mitolojiye ve hikâye anlatıcılığına olan hayranlığım ve bunun sinemadaki etkilerini inceleme yolculuğum devam ettikçe sizlerle de bunu paylaşacağım ama şimdi geri dönüyorum bir yogi olarak kahramanın yolculuğuna.
Pozda oluşan o duyguyu reddetme aşamasında bir mentor ve hoca giriyor devreye ve aynı deneyimi bizden daha önce yaşadığı ve kendi hayatında uygulayıp, kendi dönüşümüne gözlemci olduğu için bizi de rahatlatan ve yönlendiren sözlerle “o duygu ortaya çıktığında onu sadece izlememizi” söylüyor. Ve işte o anda derin bir nefes alıp kalmaya başlıyoruz. Önümüze kendi maceralarımızın kapıları açılıyor ve orada ilk eşiği geçiyoruz. Bu eşik yolculuğa başladığımız poza girmeden önceki sıradan dünyamız; alışkanlıklarımız, konfor alanımız, egomuzu var o dünyada. Biz artık o eşikle yepyeni bir dünyaya adım atıyoruz. Var olan duyguların, hislerin bizi kendi gerçekliğimize, karmamıza bilinçaltımızın karanlık köşelerine inmesini izliyoruz.
Bundan sonra ne mi olacak; mağaralara gireceğiz, testlerden geçeceğiz, ejderhalarla savaşacağız, değişip dönüşerek (ki bu da ödülümüz olacak ) hayatımıza geri döneceğiz.
Sonuç olarak benim için de her türlü çalışma, her ders, her bir poz içimdeki kahramanın yolculuğudur. Büyük bir coşku ile buyur ettiğim ve bazen yüzleşmenin zor olduğu ama her seferinde üzerimden büyük bir yükün kalktığı, evrenin bir parçası olduğumu hücrelerime kadar hissettiren bir yolculuktur bu…
Size de iyi yolculuklar dilerim. Kemerlerinizi sıkı bağlayın ve ne zaman ki acaba bir tek ben mi bu hisleri yaşıyorum ve acı çekiyorum diye düşünürseniz başınızı kaldırın ve usulca bir etrafınıza bakın. Göreceksiniz ki hepimiz benzer maceralardan geçiyoruz. Bu insan olmanın macerası; kendimizi bulmak için önce kendimizi yok ettiğimiz maceramız…

Not: Bu yazı İzmir de Fuarın içinde bir çay bahçesinde tatlı bir esinti altında
Ahmet Kaya’nın ‘Hani Benim Gençliğim’ çalarken bir orta Türk kahvesi ve bir de sarma sigara eşliğinde yazılmıştır. Neee, yogacılar sigara da mı içer dediniz? İçer annem bazen içer. Yogacılarda normal insanlardır, zaafları vardır ve bazen içki de içerler, et de yerler.
Ne oldu hayal kırıklığına mı uğradınız? İyi siz kalın biraz o duyguyla. Bir sonraki yazım bu konuyla ilgili olacaktır.
Şimdilik, sevgiyle kalın.

Namaste




1 Temmuz 2013 Pazartesi

YOGA ‘AŞKI’ ÖLDÜRÜYOR MU?


Dün gece biriyle karşılaştım.Aslında neredeyse tam bir sene önce bu zamanlarda karşılaşmıştık ve aramızda yoğun bir şey olmuştu.Ne olduğunu çok tarif edemem ama garip bir şeydi.

Sanki bizi bir araya getiren görünmez bağlar vardı.Sanki bir sarmalın başındaydım ve o sarmal içeriye doğru hızlıca dönüyordu ama aynı zamanda da dibe ,karanlığa ve bilinmezliğe doğru da çekiyordu beni ve gönüllü olarak o dibe çekilmeyi istiyordum. Bildiniz mi bu duyguyu ?Tanıdık geldi mi ?
Hani bu tamamen benim deneyimim ve hissettiklerimdi. Onun da benzer duyguları olduğunu biliyordum ama yine de tüm söylediklerim kendimden çıkanlardır.
Sonra bir şey oldu ve bir ilişki yaşayamadık.Benim için bunun kabulü biraz zor oldu ama bunun üzerine epeyce düşündüm ve meditasyonlar yaptım.

Neyse bu hastalıklı aşk tanımımdan sonra geleyim mevzuya.
Dün gece aynı masadaydık bir muhabbet ortamındaydık .Bir şey hissettim mi, hayır...ama zihnimin hatırladığı şeyler var mıydı ... evet.Bu çok ilginçti.
Bir keresinde bir konuşma dinlemiştim meşhur Ted Talks tan.”Experience Self “ve “Remembering Self”ten bahsediliyordu. Yani “Deneyimleyen Kişi “diyeyim ben ona self için daha doğru bir kelime bulamadım ve” Hatırlayan Kişi”.
O anı yani dün geceki anı “deneyimleyen ben” hiç aşk benzeri bir duygu hissetmezken o anda her şey normalken, “hatırlayan ben” gerçekten hatırlıyordum .Onu arzuladığım zamanları ,sesini duyduğumda hissettiğim heyecanı, konuşmalarımızı, gülmelerimizi...ama aslında hislerim tamamen geçmişte kalan başka bir zaman ve deneyime ait olan şeylerdi. Şu anki gerçekliğimle uyuşmuyorlardı. Yani hissettiğim ve yaşadığım
anda yoktular ,sadece hatırladığım anlarda varlardı. Yine o konuşmada diyordu ki ne zamanki deneyimleyen kişi , hatırlayan kişiden baskın çıkıyor , ki bunu öğreniyoruz belli çalışımalar ve disiplinlerle ,o zaman deneyimleyen kişi halimize daha yakın oluyoruz ve anın gerçekliğine daha yakın oluyoruz.
İşte başlıkta da sordum ya  yoga ‘aşkı’ öldürüyor mu diye? Sanırım biraz ...Nasıl mı?  Anlatayım...Anlatacaklarım tamamen kendi deneyimlerimden ve katıldığım çalışmalardan (özellikle aile dizimi) öğrendiklerimdır.Belki bazılarınız hadi ordan diyecek bana ama olsun...
Aşk kavramı ve sevgi kavramı farklı şeyler. Aşk belli bir talep karşılığında oluşan bir şey. Karmamızdaki bir yoksunluğun, karşımızdakinin karmasıyla belli bir noktada denk gelmesiyle oluşan birbirimize kanca olduğumuz hastalıklı bir durum.
Örneğin babanızdan alamadığınızı düşündüğünüz ilgi ve alakayı kendinizden oldukça yaşlı erkeklerden almak gibi yada bir partner ilişkisinde rollerin ebeven olarak oynanması  gibi.Yani anlayacağınız aşık olduğumuz kişiler  çoğunlukla bilinçaltımızda shadow yani gölge dedigimiz yerlerde gizli kalmış, bastırılmış, bize ait değillermiş diye düşündüğümüz arzu larımızın yansıması olarak karşımıza çıkan kişiler.Mesela çocukken babanıza duyduğunuz hayranlık ve ona ait herhangi bir imaj beğendiğimiz erkek tiplerini direk etkiliyor ve belirliyor.Örneğin ben gömlek giyen ve hatta gömleğin kollarını kıvıran bir erkeği oldukça çekici bulurum.Gülmeyin ama öyledir.Gömlek demek benim için erkeklik kavramına denk düşen birşeydirJ
Sanırım bu çocukluğumda babaya hayran bir kız olarak  babadan hatırladığım bir imaj...

İşte aşk böyle oluşan bir durum. İngilizcede ‘fall in love’ denilir yani aşka düşmek, gerçekten bir şeyin içine düşeriz aşık olduğumuzda.Ne olduğunu yada nasıl olduğu veya karşımızdaki kişiyle neden olduğunu birtürlü anlamayız. Kafamız güzel olur, beynimizin kimyasi değişir ta ki karşimizdakinin gerçek halini görene kadar, iste o zamanlar gercek sevgi sınavı başlar...





Neyse efendim gelelim yogaya...
Yoga, meditasyon ya da bunun gibi disiplinlerle çalışmaya başadığımızda belli bir değişimden geçeriz. Bu hemen olan birşey değildir. Zamanla olur.Bazen yıllar sürer ve her adımda yeni şeyleri fark ederiz.Çok zorlu süreçleri de vardır.İnsanı kendi gerçekliğiyle karşı karşıya getiren ama aynı zamanda o gerçekle başedebilmek daha doğrusu kabul edebilmesi için bir taraftan onu zihinsel , duygusal ve bedensel olarak güçlendiren de çalışmalardır  yoga ve benzeri çalışmalar...
İşte o zaman bir durum yaşadığımızda misal’ aşk’ durumu diyelim: bir an için o durumu dondurup, ondan bir kaç adım geriye çekilip şöyle bir bakmaya başlarsınız. O iki kişilik resim yerine daha büyük bir resme bakmaya başlarsınız.Ne oluyor burda diye? Ben neden böyle bir ilişki yaşıyorum, neden benim karşıma bu adam çıktı şimdi?Bu sevgi mi, yoksa talep ettiğim birşey mi var?Bende eksik olan hangi duygu ya da boşluğu doldurmaya çalışıyorum.Evet bazen tüm bu sorular ve çelişkiler biraz savrulmamıza kendimizi yemeğe, alışverile, tatlıya, cipse yada kırmızı şarabın  şevkatli kollarına bırakmamıza sebep olur.Ama sonra bir an gelir...Ve anlarsız.
Gerçekten anlarsınız.Yani zihninizle değil kalbinizle ve ruhunuzla anlarsınız. İşte o anlar hayattaki aydınlanma anlarıdır.
O zaman karşınızdakı kişiye de, sizi görünürde üzen, acı çektiğinizi zannettiğiniz ilişkiye de teşekkür edersiniz. Artık yeni birşey öğrenmişsinizdir ve kendinize daha da yakınlaşmışsınızdır. Biter mi?Artık beyaz atlı prens mı çıkacaktır karşınıza? yooo
Başka bir şeyi size öğretmek icin yeni biri çıkar karşınıza ve hayat böyle böyle devam eder...
İşte evet, yoga aşkı öldürüyor mu? Biraz desek miJ
O kaybolduğumuz, uğruna şarkılar yazıp filmler çektiğimiz, acı pınarlarında gönüllü olarak yıkandığımız aşk artık öyle görunmemeye başlar.Yine de yaşarsınız ama tamamen farkındalıkla...Ne yaşadığınızın bilinciyle...


Neyse efendim , yazımı aşağıdaki dizelerle bitireyim.
Tüm seveneler gelsin!
Namaste

Allah öldürür dünyadan alır
Sen beni öldürdün dünayda bıraktın…