25 Şubat 2014 Salı

ISLAK BİR ÖYKÜ: GİDİYORSA BIRAK GİTSİN...

Otobüs duraklarını severim ben. Hele ki yağmur yağıyorsa; Taksim Meydanından yürüyüp ışıklardan karşıya geçip iki duraktan ilkine sığınıp, kafamı sola doğru çevirip, gelebilecek 2 otobüsten birini beklemeye başlarım. Bazen yer var ise eğer, otururum bile, ama her seferinde o soğuk metalin bedenimde yarattığı histen rahatsız olur sanki biraz daha oturursam o his kemiklerime işleyecek de oradan bir daha gitmeyecekmiş gibi düşünür az sonra kalkarım. Ama hani kalkmadan önce ellerimi koyarım altıma ne de olsa yorgunum ayakta durmak da istemiyorum azıcık daha kalırım. 
Aslında taksi ile iki bilet parası uzaklıkta olan evime gitmek varken biraz da üşüyerek ve garip bir melankoli ile otobüsümü beklerim. Yağmur hızlandıkça montumun kapüşonunu kafama geçirir üşüyen ayaklarımı biraz hareket ettirir ve başımı Elidor reklamındaki güzel saçlı kadın fotoğrafına yaslar, yine sol tarafa doğru bakmaya devam ederim. Aslında benim saçlarım seninkinden daha güzel diye içimden geçiririm. Bazen hemen gelir otobüs bazen ise kesin biraz önce kaçırmışımdır, tüh şanssız günüm, keşke o vitrindeki kırmızı gömleğe bakmasaydım, o yüzden geciktim diye içimden söylenirim. Aslında otobüs beklemek benim için kendimle konuştuğum ve hesaplaştığım bir içsel yolculuktur da. Bekleme kısmı ne kadar uzun ise o kadar çok düşünürüm. Birazdan varacağım sıcak evimi, girer girmez ocağa koyacağım kaçak çayımı ve belki arkadaşımın pastaneden aldığı incirli kurabiyeleri, ki o kadar tatlıcı değilimdir aslında ama işte getirmiş çocuk onun hatırına hepsini yemem lazım önce un kurabiyelerinden mi başlamalı ne de olsa ağızda hemen eriyorlar... Yoksun olmayı seviyorum bazen; konfordan, evimden, aşktan, yoksun olduğum zaman daha çok düşünüyorum da ondan. Benim için kıymetlerini… İnsan varken bilemiyor ki zaten. Belki de acı çekmeden ya da kaybetmeden bir şeyin değeri anlaşılmıyor ya, hani bize hep öyle söylerlerdi çocukken, ondan bu yoksunluk oyunlarını bir öğrenme gibi oynuyorum. Hem bir keresinde ben çok gençken aile evinden ayrıldığımda babam bana bir tablo almıştı. Üzerinde "Gidiyorsa bırak gitsin eğer seninse geri gelecektir, eğer gelmiyorsa zaten hiç senin olmamıştır" yazıyordu. Bunu bir sevgilin alsa gülersin ama baban alınca gülemiyorsun. Seni ne kadar sevdiğini anlıyorsun. Aslında gitmeni istemediğini anlıyorsun, bir de istemese de senin büyüdüğünü kabul ettiğini… 
Ben dönmedim babamın evine, tam yirmi yıldır kendi evimdeyim. Babam ise tam 1 sene sonra beni kendi evimde görmeye geldi.. Kim bilir belki hep bekledi geri gitmemi.. Of bu otobüs neden gelmedi ki hala, yağmur hızlandı, karnım da acıktı, eve gidince ne yemek yapsam ki? Şöyle hem sağlıklı olsun hem de lezzetli, o kadar otobüs bekledim bir ödülüm olmalı değil mi? Bu kadın da mı Kurtuluş otobüsü bekliyor? Evet evet kesin, ne güzel ayakkabısı var, hem bu soğukta elbise giymiş, çok özendim ama ben bu soğukta elbise giysem hemen hasta olurum ama yabancı kadınlar hiç hasta olmuyorlar, daha çok elbise giymek istiyorum, bazen unutuyorum kadın olduğumu hep kapalı kıyafetler altında, yaz gelse de etek giysem bir de parmak arası terlikler… Hele ki akşam hava azıcık serinlerse en sevdiğim ceketlerim var ne de olsa… 
Çok oldu bekliyorum hala, otobüs gelmedi. Yanlış karar vermişim yine diye kızıyorum kendime, metro varken, delilik otobüs beklemek bu yağmurda. Bırak artik bu eski romantik kararları. Yağmurda sırılsıklam ıslanıp üşümenin nesi romantik? Varlığını anlaman için yoksun olman gerekmiyor belki. Taksi duruyor biraz ilerde. İçinden Hint filmlerindeki kır saçlı yakışıklı oyunculara benzeyen bir şoför iniyor. Beyaz bir gömleği var, ceketinde ise bir mendil. Ne garip diyorum, sanki bir film. Sokak lambasının ışığında yağan yağmurun hızını ve ritmini daha iyi görüyor ya insan, taksicinin tepesine bakıyorum, onu ışıklar altında görmek için. Üşüyor birazdan ve taksiye binip gidiyor. Ben hala bekliyorum. Sanki durdu her şey, yanımda ise biraz önceki o güzel elbiseli kadın. Sol avucunu sıkmış, belinin arkasına koymuş, parmakları ojeli. Başparmağı biraz deforme ama oraya da oje sürmüş, ayırmamış onu ötekilerden, üzülmesin diye sanırım. Sağ elinde şemsiyesi, baston gibi tutmuş, destek yapmış kendisine uzaklara dalıp bakarken. O da belki babasını düşünüyordur. Belki de çok uzaklardaki ülkesini. Orada bir sevgilisi vardır belki ya da öldürdüğü biri. İnsan neden ülkesini bırakıp gider ki? Büyüdüğü zamanları, gökyüzündeki bulutları, okul yolundaki hayallerini? O da mı benim gibi yoksunluk oyunu oynuyor? Belli ki önemli bir sebebi var, politiktir belki , of dünya ne kadar acımasız bazen, yok yok dünya değil de insan acımasız bazen, iktidar hırsı, egosu..Tamam anladım. Bu akşamki dersimi de aldım, artık evime gitmek istiyorum; yoksun olarak değil içinde olarak öğrenmeli, bir de metro ya da taksi. Olsun bak yoksunluk yazı yazdırdı sana, hani nerde sıcak çayın? Kurabiyeler de çoktan bitmiş. İnsan garip bir varlık. Yoksunken hayal eder, ona erişince de hemen unutur. İnsan çok gizemli ama yine de keyifli.

6 Şubat 2014 Perşembe

DEPRESYON HIRKASI


Bu yazı aslında kadınlar için yazıldı ama erkekler de okuyabilir çünkü onları seviyoruz; bize bu yaşamda zıtlıklarıyla ve enerjileriyle rehberlik ettikleri için ve kendimize dair yolculuklarımızın genellikle önemli bir sebebi oldukları için.

Bir arkadaşım bana geçenlerle bir e-mail yolladı. Biraz utanarak biraz çekinerek bir şey danışmak ya da paylaşmak istediğini yazdı. Yeni bir ilişkiden çıkmış, son derece acılı bir dönem geçiriyormuş ve kendine karşı oldukça dürüst bir şekilde kendini değersiz hissettiğini, fiziksel olarak daha farklı olsaydım acaba bu ilişki devam eder miydi sorusunu kendisine sorup durduğunu söyledi.

Genelde başka birinin çok yakınım olmadıkça özel hayatıyla ilgili ya da kendi içsel sorunlarıyla ilgili yorum yapmak istemem. Çünkü kimsenin terapisti değilim ve bu işin uzmanlar tarafından yapılması gerektiğini düşünüyorum.

Bu yazdıkları karşısında biraz çekiniyordu, düşünsenize; kendinizle ilgili böyle bir şeyi kendinize bile itiraf edemezsiniz, derinlerde o hissi hep taşırsınız ama söyleyemezsiniz, ama işte benimle paylaşmıştı.

Ve ben onu anlıyordum, çünkü kendim de benzer bir dönemden geçmiştim ve kendimle ilgili gerçekleri daha derinlemesine araştırmam böyle bir soruyla başlamıştı. Benim sorum fiziksel olarak yetersizlik değildi ama ben farklı davranmış olsaydım acaba o ilişki ( ilişkiler) yürür müydü diye defalarca sordum kendimi...

Ayrılık bir kadın için çok zor bir süreç. Sanırım bu zorluk o kişiye ya da ilişkiye ne yüklediğinizle ilgili. Karşımızdaki kişiden ne beklediğiniz ya da o kişiyi hangi ebeveyniniz yerine koyduğunuzla doğru orantıda acı çekeriz.

Örneğin bir erkekle yaşadığınız sevgi, tatmin hissi, annenizden alamadığınız bir hissin ikâmesi ise o zaman anneden ayrılırmışcasına acı çekersiniz. Ya da babanızdan alamadığınız sevgi, ilişki ya da her ne türlü eksikliği adama yüklediyseniz, mesela nasıl bir baba istiyorsanız, o kişiyi o baba rolüne koyduysanız, babadan ayrılma acısını yaşarsınız. Bu sadece kadına yönelik bir durum değildir. Erkek için de böyledir. Ama ben kendi deneyimlerimden ve öğrendiklerimden yola çıkarak bir kadın olarak ancak konuşabilirim. Yani burada paylaştığım şeyler benim doğrum ya da kendi araştırmalarıma bulduğum cevaplar. Bu sizin için doğru olmayabilir, olmak zorunda da değil. Ama bence başkalarının kişisel hikâyelerini ve kendilerine göre buldukları cevapları dinlemek, eğer bizim de bir yerimize dokunuyorsa baya şifalı bir şey. En azından benim için öyle. Okurum, dinlerim, bana yararlı bir bilgi ise, kalbim bunu hisseder ki bazen hissettiğim için tepki de verir “hadi bee” diye, ya da önce reddederim, direnirim, sonra anlarım neden direndiğimi...

Neyse konu dağıldı. Nerede kalmıştık? Evet, abiye ne anlam yüklediğimizle doğru orantılı acı çekiyoruz. Ve başlıyor kendimize acımamız, kadınlık gururumuzu ayaklar altına almışız hisleri, eğer ortada baska bir abla varsa, “neden ben değil de ooo?”, “benim neyim eksik ki?” soruları... Ve hep o düşünce; başka türlü olsaydım ya da başka türlü davransaydım bu ilişki olur muydu?
Olmazdı annem, inan olmazdı...Her ilişkinin bir süresi var o sure dolunca herkes yoluna... Onun için güzel güzel sen yasını tut, kız, bağır adama, küfret, kadın arkadaşlarınla bol bol ağlaş... Sonra kendine gel ve araştır kendini...

Çünkü artık acı çekmek ile başlayan, yasla devam eden, depresyonla süslenen bir süreçtesin.. Depresyon hırkanı giydin bir kez ve bunu bir öğrenme yolu olarak tanımlamaya başlarsan o hırkadan bilge bir kadın olarak çıkarsın...

Bizler hep depresyonun, acı çekmenin kötü şeyler olduğunu düşünüyoruz. Halbuki bir kadın için depresyonda olmak, kendine dair en derin sorgulamayı yaptığı ya da buna ihtiyacı olan bir zaman demek. Ruhun sana “bacım bir dur, bir bak, ortada hayatında yanlış giden bir şeyler var ama sen onları ne görüyorsun, ne de görmek istiyorsun” der ve “tüm yaşam enerjini bir süre için içine yönlendir” der.
Evden çıkmak istemezsin, yalnız kalmak istersin, kimseyle konuşmak istemezsin, hayat sana cok zor ve anlamsız gelir... Aslında seni kendi iç kozana götürmek için bir davettir bu. O iç koza, iç alan hani yogada da çok bahsettiğimiz bir alan. True self, essence, özün...
Ama benim bahsettiğim koza senin kadın olarak kozan... Belki de küçük mağaran, anne karnın... Ne dersen de..
Ama kadın olarak kendini sorgulaman için gereken yuvan orası.
Çünkü biz kadını, kadınlık durumunu son derece küçümseyen bir toplumdan ve kültürden geliyoruz. Bu sadece erkeklerin değil, hatta bana göre aksine kadınların tarafından yapılan bir davranış ve maalesef bunun farkında bile değiliz.
Şimdi sor kendine; kadın demek senin için ne demek? Bir kadın tanımı yaparken nasıl bir listen var? Başka kadınlara karşı nasıl bir his ve davranış içindesin? Anneni tümüyle olduğu gibi seviyor musun? Biraz bununla vakit geçir. Ve sana kendi annenden, ki ona da kendi annesinden veya babandan, ailenden, toplumdan nasıl zihinsel kodlar kalmış kadınlığa dair...

Bende de vardı açıkçası. Kadın güçlü olmalı, işini kendi yapmalı, kadın zayıftır, ağlayan kadın mızmızdır... O kadın öyle kısa etek giymesin, ne kadar çirkin göründüğünün farkında değil mi... Kadın biraz da küçümsediğim bir kavramdı. Bu zihinsel kodlar bana öğretilmişti, bunlar benim cümlelerim değildi, çocukluğum boyunca ailemden, etrafımdan, ne bileyim, filmlerden öğrendiğim kodlardı ve kendime göre bir kadın tanımı yapmıştım ve o role uymaya çalışıyordum. Ve ben bunları kendi kozama girdiğim zaman fark etmiştim. Ondan önce haberim bile yoktu...

Ben de ancak o kozaya girdiğimde tüm bu sorgulamaları yapabildim, onun öncesinde kendi yarattığım fikirler ve fantazyalara uyan bir kadın modelinde davranıyordum hayatta ve ilişkilerimde.

İşte o koza, o depresyon hali her kadın için gerekli bir hal. Kendini görmek, kadınlığını incelemek ve kendi kadınlığını yeniden yaratmak için.
Çünkü kadın enerjisi bilgedir, yumuşaktır, yaratıcıdır, özgürdür, düşün ki kadın bir yaşamı yaratabilme gücüne sahiptir. Bunu kullanır ya da kullanmaz, bu tabi ki onun kararıdır ama bu güç ona verilmiştir. Kadın dönüştürücüdür, şifacıdır, iyileştiricidir.
Yeter ki bunu hatırlasın, bunu öğrensin…

Ve bazen tüm bunları görebilmek için acı çekmek denilen süreçten geçmesi gerekmektedir. Acı çekmek ya da depresyon aslında düşündüğümüz kadar kötü bir şey değildir. Gerçi şimdi o süreci ilaçlarla ruhumuzu ve bedenimizi uyuşturarak geçirmemiz için kapitalist sistemin ürettiği pek çok şey bize dayatılsa da (ki bazı durumlarda ilaç kullanmak gereklidir) yine de bu süreci kendi keşif yolculuğumuzun bir başlangıcı olarak görürsek oradan bambaşka bir güçle çıkabiliriz.
Ama nacizne fikrim, bir kadının kadın olması için, bir kadının bir ilişkide kendini görmesi ve kendi gibi olabilmesi için öncelikle annesiyle yüzleşmesi ve onu olduğu gibi tamamen ve bir bütün olarak saygıyla kalbine alması gerekmektedir.
Kadınlığı ilk öğrendiğimiz kaynak orası. O kaynak olmadan biz olamazdık. Hani anneye kızılır, ondan farklı davranmaya çalışılır ve yıllarımızı bu yolda heba ederiz ya, işte en büyük kayıp odur. Sadece anne değil, baba için de geçerli bu; babanın da bir kahraman olmadığını, her ikisinin de ellerinden geldiğince, bildikleri, öğrendikleri kadarıyla bizim için en doğru ve en iyi ebeveynler olduğunu kabul etmediğimiz sürece hayatta kesinlikle ve kesinlikle ilerleyemeyiz.

Onun için o depresyon hırkasını giydiğinde önce anneni davet et oraya, o kadınla birleş, anla onu, sonra tüm öteki kadınları, kız kardeşlerini davet et oraya, onlardan destek al, sev onları, desteklerini kabul et, çünkü onları sevmezsen evreni sevmiyorsun demektir, doğayı sevmiyorsun demektir, doğanın enerjisi kadın enerjisidir. Ve kendi kendini yeniden yarat. Olman gereken kadın değil, zaten olduğun kadın ol. İşte o zaman karşına da kendi olmuş bir erkek çıkacaktır. Yin ve Yang o zaman bir denge içinde buluşacaktır.
Başka bir kadın kendi kozasındaysa ona da şevkat göster, saygı duy, onun yanında olduğunu söyle .
Onu iyileştirmeye, kurtarmaya çalışma.Kızgın olduğunda, bunun seninle bir ilgisi olmadığını bil. Sadece deki ona -bacım yaşadığın şeyi biliyorum ve sen ne zaman istersen ben burdayım ...
Dünyayı ancak ve ancak kadın enerjisi değiştirip dönüştürebilir kadınların elele verdiği 'sister' oldukları, 'bacı ya da kızkardeş ' oldukları, birbirlerine kalblerini açtıkları bir dünyayı hayal edebiliyor musun?

Ama unutma başka bir kadına (ya da erkeğe )kalbini açmak için önce kendi annene ve kendi içindeki kadına kalbini açman gerek .

Simone de Beauvoir'ın da dediği gibi; kadın doğulmaz, kadın olunur.

Yolculuğunda sevgi ve ışık ve kadın enerjisi sana rehberlik etsin…

Namaste