Otobüs duraklarını severim ben. Hele ki yağmur yağıyorsa; Taksim Meydanından yürüyüp ışıklardan karşıya geçip iki duraktan ilkine sığınıp, kafamı sola doğru çevirip, gelebilecek 2 otobüsten birini beklemeye başlarım. Bazen yer var ise eğer, otururum bile, ama her seferinde o soğuk metalin bedenimde yarattığı histen rahatsız olur sanki biraz daha oturursam o his kemiklerime işleyecek de oradan bir daha gitmeyecekmiş gibi düşünür az sonra kalkarım. Ama hani kalkmadan önce ellerimi koyarım altıma ne de olsa yorgunum ayakta durmak da istemiyorum azıcık daha kalırım.
Aslında taksi ile iki bilet parası uzaklıkta olan evime gitmek varken biraz da üşüyerek ve garip bir melankoli ile otobüsümü beklerim. Yağmur hızlandıkça montumun kapüşonunu kafama geçirir üşüyen ayaklarımı biraz hareket ettirir ve başımı Elidor reklamındaki güzel saçlı kadın fotoğrafına yaslar, yine sol tarafa doğru bakmaya devam ederim. Aslında benim saçlarım seninkinden daha güzel diye içimden geçiririm. Bazen hemen gelir otobüs bazen ise kesin biraz önce kaçırmışımdır, tüh şanssız günüm, keşke o vitrindeki kırmızı gömleğe bakmasaydım, o yüzden geciktim diye içimden söylenirim. Aslında otobüs beklemek benim için kendimle konuştuğum ve hesaplaştığım bir içsel yolculuktur da. Bekleme kısmı ne kadar uzun ise o kadar çok düşünürüm. Birazdan varacağım sıcak evimi, girer girmez ocağa koyacağım kaçak çayımı ve belki arkadaşımın pastaneden aldığı incirli kurabiyeleri, ki o kadar tatlıcı değilimdir aslında ama işte getirmiş çocuk onun hatırına hepsini yemem lazım önce un kurabiyelerinden mi başlamalı ne de olsa ağızda hemen eriyorlar...
Yoksun olmayı seviyorum bazen; konfordan, evimden, aşktan, yoksun olduğum zaman daha çok düşünüyorum da ondan. Benim için kıymetlerini… İnsan varken bilemiyor ki zaten. Belki de acı çekmeden ya da kaybetmeden bir şeyin değeri anlaşılmıyor ya, hani bize hep öyle söylerlerdi çocukken, ondan bu yoksunluk oyunlarını bir öğrenme gibi oynuyorum. Hem bir keresinde ben çok gençken aile evinden ayrıldığımda babam bana bir tablo almıştı. Üzerinde "Gidiyorsa bırak gitsin eğer seninse geri gelecektir, eğer gelmiyorsa zaten hiç senin olmamıştır" yazıyordu. Bunu bir sevgilin alsa gülersin ama baban alınca gülemiyorsun. Seni ne kadar sevdiğini anlıyorsun. Aslında gitmeni istemediğini anlıyorsun, bir de istemese de senin büyüdüğünü kabul ettiğini…
Ben dönmedim babamın evine, tam yirmi yıldır kendi evimdeyim. Babam ise tam 1 sene sonra beni kendi evimde görmeye geldi.. Kim bilir belki hep bekledi geri gitmemi.. Of bu otobüs neden gelmedi ki hala, yağmur hızlandı, karnım da acıktı, eve gidince ne yemek yapsam ki? Şöyle hem sağlıklı olsun hem de lezzetli, o kadar otobüs bekledim bir ödülüm olmalı değil mi? Bu kadın da mı Kurtuluş otobüsü bekliyor? Evet evet kesin, ne güzel ayakkabısı var, hem bu soğukta elbise giymiş, çok özendim ama ben bu soğukta elbise giysem hemen hasta olurum ama yabancı kadınlar hiç hasta olmuyorlar, daha çok elbise giymek istiyorum, bazen unutuyorum kadın olduğumu hep kapalı kıyafetler altında, yaz gelse de etek giysem bir de parmak arası terlikler… Hele ki akşam hava azıcık serinlerse en sevdiğim ceketlerim var ne de olsa…
Çok oldu bekliyorum hala, otobüs gelmedi. Yanlış karar vermişim yine diye kızıyorum kendime, metro varken, delilik otobüs beklemek bu yağmurda. Bırak artik bu eski romantik kararları. Yağmurda sırılsıklam ıslanıp üşümenin nesi romantik? Varlığını anlaman için yoksun olman gerekmiyor belki. Taksi duruyor biraz ilerde. İçinden Hint filmlerindeki kır saçlı yakışıklı oyunculara benzeyen bir şoför iniyor. Beyaz bir gömleği var, ceketinde ise bir mendil. Ne garip diyorum, sanki bir film. Sokak lambasının ışığında yağan yağmurun hızını ve ritmini daha iyi görüyor ya insan, taksicinin tepesine bakıyorum, onu ışıklar altında görmek için. Üşüyor birazdan ve taksiye binip gidiyor. Ben hala bekliyorum. Sanki durdu her şey, yanımda ise biraz önceki o güzel elbiseli kadın. Sol avucunu sıkmış, belinin arkasına koymuş, parmakları ojeli. Başparmağı biraz deforme ama oraya da oje sürmüş, ayırmamış onu ötekilerden, üzülmesin diye sanırım. Sağ elinde şemsiyesi, baston gibi tutmuş, destek yapmış kendisine uzaklara dalıp bakarken. O da belki babasını düşünüyordur. Belki de çok uzaklardaki ülkesini. Orada bir sevgilisi vardır belki ya da öldürdüğü biri. İnsan neden ülkesini bırakıp gider ki? Büyüdüğü zamanları, gökyüzündeki bulutları, okul yolundaki hayallerini? O da mı benim gibi yoksunluk oyunu oynuyor? Belli ki önemli bir sebebi var, politiktir belki , of dünya ne kadar acımasız bazen, yok yok dünya değil de insan acımasız bazen, iktidar hırsı, egosu..Tamam anladım. Bu akşamki dersimi de aldım, artık evime gitmek istiyorum; yoksun olarak değil içinde olarak öğrenmeli, bir de metro ya da taksi. Olsun bak yoksunluk yazı yazdırdı sana, hani nerde sıcak çayın? Kurabiyeler de çoktan bitmiş. İnsan garip bir varlık. Yoksunken hayal eder, ona erişince de hemen unutur. İnsan çok gizemli ama yine de keyifli.
1 yorum:
Bence doğru kararı vermişsiniz otobüs bekleyerek, taksi ile gitseydiniz o zaman biz bu güzel yazıyı okuyamaycaktık ve yoksunluğumuzu da bilmeden bu iç yolculuktan yoksun kalacaktık...
Yorum Gönder