10 Eylül 2013 Salı

KATİL JOE ve KIYMALI BALKAN BÖREĞİ


Mayıs ayıydı. Aile dizimi eğitiminin 2. aşamasını henüz tamamlamıştık. On günlük eğitim şehrin içinde bir inzivaydı. İstinye stüdyosunda yaptık ve hemen yanı başındaki Koç Üniversitesi misafirhanesinde kaldık. Stüdyo ile oda arası 5 dakikaydı.

10 gün boyunca stüdyonun kafesinde yedik içtik, bahçede o ufacık köşede yaratılmış yeşil alanda vakit geçirdik (benim için bir orman hissi yaratıyordu). İki kere Migros’a gittim. Muz ve Balkan böreği aldım. İnzivanın son günlerinde artık oldukça  yoğunlaşan duygusal, enerjitik ve fiziksel açılımlarla başedebilmek için kıymalı börek, 5 dakika facebook ve karamelli cheesecake iyi geldi bana. Neredeyse hiç telefonla konuşmadım, konuşmak istemedim. Ara sıra annemi aradım.


Ben inzivaları severim. Yalnız kalmayı, bazı zevklerden ve alışkanlıklardan bir süre mahrum kalmayı...

Karma felsefesi der ki, her şeyin temelinde hayattaki alışkanlıklarımız, kendimize oluşturduğumuz o ben dünyası var - “Ben buyum”, “Ben beyaz peynirsiz kahvaltı yapamam”, “Ben her gün on ikide uyurum” (bu benim bu arada). Bunlar hem fiziksel alışkanlıklarımız, hem duygusal hem de zihinsel. Bu alışkanlıklarımıza (attachment) tutunmak, aynı zamanda o alışkanlıklardan kendimize bir hapishane yaratmaktır. Bir konfor alanı yaratmaktır. Ve o alışkanlıklarımızdan alacağımız zevk (ya da acı) peşinde koşmak, karmamızı sürdürmemize ya da yeni karmik (samskara) tohumlar ekmemize neden olur (‘Karma karma söyle bana, ne ettim de başıma bunlar geldi’ içerikli başka bir yazıda bu konuyu daha ayrıntılı anlatacağım).

Neyse dönelim mi inzivaya; alışkanlıklara, bağlılıklara…
Son zamanlarda ‘tepki vermek’ üzerine epey düşünüyorum ve kendimi gözlemliyorum. Birinin söylediği bir şeye neden bazen çok sert tepki veriyorum? Kızıyorum, öfkeleniyorum, canım sıkılıyor…
Bir sabah twitter da bir yazı gördüm: Eğer bir kişi bir konuda size tepki veriyorsa bu onun karmasıyla ilgilidir, eğer onun verdiği tepkiye siz de tepki veriyorsanız, bu sizin karmanızla ilgilidir.
Allahım dedim, işte aradığım rehberim bu! Bu bana kendimle ilgili çok şey öğretecek. Bu cümlenin ne demek istediğini tüm derinliği ile yaşayıp deneyimlersem kendime göre aydınlanma merdivenlerimden birini aşmış olacağım.

Aile dizimi eğitimindeyiz. Ben hep aynı yere oturmayı seven bir öğrenciyim. Odanın sağ tarafında, hocayı iyi görebileceğim ve sınıfı da tamamen görebileceğim yerleri tercih ederim. Bu muhtemelen beynimin sağ ve sol tarafının farklı çalışması yada konsantre olabilmek için hangi gözümle bakmam gerektiğiyle ilgili bir şey de olabilir ama aynı zamanda çok tutunduğum bir alışkanlık.

Sınıfta her sabah düzenleme yapılıyor. Sandalyeler kenara çekiliyor. Dinamik meditasyonumuzu yapıyoruz ve kahvaltıdan sonra yerlerimize oturuyoruz. Ben son derece rahat ettiğim bir yeri seçiyorum, sırtımı tahtalara yaslıyorum. Sandalyemin arkasına defterimi bırakıyorum. Üzerinde kocaman harflerle ismim yazıyor (Sinsi sinsi biliyorum ki kendi alanlarını işeyerek belirleyen maymunlar gibi bu da benim alanımı belirleyecek).
Bir kaç gün böyle gidiyor. Ohh çok rahatım. Hem akıllıyım, değil mi? Gizli planım işe yarıyor ve her gün alıştığım ve en rahat ettiğim yerden izliyorum dersi.

Ama bu arada bu alışkanlığımın kurbanı olduğumun farkında bile değilim; ta ki bir sabah benim gibi aynı yere saplanmayı seven bir arkadaşımla bir tartışma yaşayana kadar…

Sandalyelerimizi alıyoruz ve o beni biraz kenara itiyor. Burası benim yerim diyor. Çünkü o da kendi alanına yerleşmek istiyor. O beni iterken (yani bunlar fiziksel değil elbet, milimetrik şeyler, daha çok enerjitik) öyle sinirleniyorum ki; cebimde sakladığım ışın kılıcımı çıkarıyorum ve birden karanlık tarafım olan Katil Joe ortaya çıkıyor - Korkmayın kılıcım ve Joe sadece içimde olan bir şey; hani çok öfkelenince birden bir şey kabarır ve “ulleeeynn” diye birine dalmak istersiniz ya, işte bende de nadiren de olsa olur, ama dalmam kimseye, üzerine düşünürüm uzun uzun, en azından son senelerimde bu böyle.

Neyse benim Katil Joe çıktı ve “Noooluyor arkadaş” dedim. “Burası benim yerim”. “Haaayır burası benim yerim” dedi. İlkokul çocukları gibi inatlaştık. “Niye itiyorsun beni” dedim, “hayır sen itiyorsun beni” dedi.
Ve itişe kakışa oturduk ama öyle bir öfke çıktı ki benden, yüzüm kızardı, ateş oldu her yerim ve kendi kendime ne kadar haklı olduğuma ikna edecek şeyleri sıralamaya başladım.

Niyeymiş efendim, orası benim yerim, hem ben oraya defterimi koydum, o da koysaymış, ben akıllılık ediyorum, hem niye ısrar ediyor ki aynı yere oturmak için, bu saplantı değil mi? Biz kendimizi tanımak ve alışkanlıklarımızı kırmak için bu eğitimleri almıyor muyuz? Kendi hayatımızda uygulayamadıktan sonra manası nedir?
Etrafına baksa ya: burada oturmasa bir sürü başka insanla irtibatta olabilecekken, burada kendini kısıtlıyor ve konfor alanından çıkmıyor… derken benim Katil Joe ışın kılıcımı hoop kafama attı.
Ve ben bir an durdum derin bir nefes aldım; ve anladım… Bir farkındalık anı yaşıyordum.

Ahh dedim Devrim, sen kendini tarif ediyorsun annem. Senin yaptığın şeyin onun yaptığı şeyden hiçbir farkı yok ki. Sende olan bir şeyi sana gösterdiği için bu kadar öfkelendin. Oysaki sen de aynen böyle davranıyorsun…

Tabi ki şifa dediğimiz şeyin kendine ait bir zamanı var: Farkındalığın ruhunun derinlerine ve kalbinin her zerresine inmesi biraz zaman alıyor. Böyle büyük farkındalıklarla karşılaştığım zaman yaptığım gibi bir süre sesim soluğum kesiliyor, kendimi izole ediyorum her şeyden.

Önce kendimden utanma ve yargılama evresi başlıyor: Nasıl yaparsın böyle bir davranışı, kendine dair oluşturduğun bir ideal kişilik var ve o kişi böyle davranmamalıydı. Neyse ki bu yargılayıcı arkadaşlar fazla kalmıyorlar, onlar da bir nevi alışkanlıklardan, geçmişte, çocukluktan kalmış düşünce formları. Ve benim en sevdiğim bilge arkadaşlar geliyor ardından. Onlar yogi, evrenin kalbi büyük insanları, benim hocalarım, okuduğum kitaplarım, izlediğim filmlerim, meditasyonlarım. Ve bana diyorlar ki: Bu çok önemli bir deneyimdi senin için. Çok büyük bir ders çıkardın ve kendini tanıdın. Bundan sonra bir insanın söylediklerine bir tepki duyduğunda biraz izle o tepkileri. Bir şey hissediyorsan, otur üzerine düşün, bu seni hem rahatlatacak hem de üzerinden bir yük kalkacaktır. Unutma hepimiz birbirimizin aynasıyız, etrafındaki herkes senin bir yansıman…

Ertesi sabah derse girdiğimde odaya şöyle bir bakıyorum ve sağ köşede bir sandalyeye oturuyorum. Eğitim boyunca konuşmadığım çok tatlı bir kadın bana hoş geldin diyor, “seninle vakit geçirmeyi çok istiyordum ama hiç yan yana gelememiştik”. Diğer günlerde ise farklı kişilerle yan yana oturuyorum.

İçimden o arkadaşıma bunu anlatmak ve o davranışımdan dolayı özür dilemek geldiyse de bunu yapamadım. Biraz uzaklaştım ve mesafeli bir ilişki kurdum. Belki de biraz daha kendimle kalmalıydı bu farkındalık. Onu bir sonuca bağlamak ya da çözmek gerekmiyordu.
Ben yeni bir şey öğrenmiştim. Hava çok güzeldi. Migros’a gidip kıymalı Balkan böreği mi alsam diye aklımdan geçiriyordum.

3 Eylül 2013 Salı

KÖREBE: BEN, ARTIK ‘O BEN’ DEĞİLİM Kİ




Kendimize dair oluşturduğumuz bazı kalıplar var: ‘Ben böyle biriyim’; ‘Bunu severim’; ‘Benim böyle etik kurallarım var’; ‘Ben bunu asla yapmam’, gibi…
Bu kalıpların her birini dillendirmeye başladığımız anda, bilinki hayat onlarla ilgili testleri  karşımıza çıkaracak demektir.
Çok ilginçtir ki, insanları dinlemeyi öğrendiğimizde --hiç sözlerini kesmeden, yorum yapmadan, hani gerçek anlamıyla karşılarında ‘sadece dinlemek’ten bahsediyorum--, daha ilk defa tanıştığınız birisi bile bir bakarsınız, birkaç cümlede, mutsuz bir evliliği olduğunu, hayatla başa çıkamadığını, onu kurtaracak bir kahraman aradığını, tüm hayat sorunları için annesini suçladığını anlatıverir. Bu kelimeleri kullanmaz elbet.Olan bitenlere yorum getirir, şaka yapar ve kullandığı kelimeler aslında  farklı da olsa, kelimelerin aralarına gerçek duygusunu ve düşüncesini bir şekilde sıkıştırır.

Birkaç sene önce bir eğitime katılmıştım, Zen terapi ve insanlarla çalışmak üzerine. Evet, biz yogacılar biraz deliyiz sanırım. Sadece yoga yapmanın hayatı anlamakta tek başına işe yaramayacağını, iyi bir hoca olmanın koşullarından birinin, insanın kendisiyle ilgili meselelere de çomak sokması olduğunu kendi hocalarımızdan öğrendik. Bunun içindir ki, stüdyoya onlarca terapist gelir ve bizler, zamanımız elverir, hayatımızın bir aşamasında yolumuz kesişirse o eğitimlere gidip bir bakarız. 
Ben kimim? Benim üzerimdeki etkiler nelerdir? Geçmişte, çocukluğumda nasıl travmalar yaşadım ve bu travmalar benim şimdiki hayatımı, ilişkilerimi, işimi nasıl etkiliyor?

Bu eğitimlere katıldıkça, kendimiz hakkında yeni şeyler öğrenir ve yola devam ederiz. Benim için pek çok Osho terapi sistemi aydınlatıcı olduysa da, hiçbiri aile dizimi kadar sarsıcı olmadı. Orada çok şey öğrendim; ve evrenin, enerjinin, karmanın bizim üstümüzde nasıl etkileri olduğunu ve bu etkileri hayattaki her adımımızda nasıl hissettiğimizi öğrendikçe evren büyüdü, ben ise küçüldüm ama hafifledim.

Bundan birkaç sene önce yine bir eğitimde bir egzersiz yapıyorduk. Oldukça basit bir egzersizdi; karşımızdaki kişiyi dinleme egzersizi. Hiç tepki vermeden, yorum yapmadan sadece dinlemek…
Derslerime de gelen bir eşim vardı. Oturdum karşısına ve dinlemeye başladım. Ne söylediğini çok iyi hatırlamıyorum ama o kadar zor oldu ki birisi konuşurken onu onaylamamak, anlattığı şey üzerinden yorum yapmamak. “Aman Tanrım”, dedim, “ben kimseyi dinlemiyormuşum!”
Özellikle yakın arkadaşlarımı düşündüm. Onlar karşımda bir problemleri hakkında konuşurken, nedense hep fikir belirtme; ‘senin düşündüğün yanlış, doğrusu budur’u dayatma; onaylama ya da ne yapacağını söylemekle geçen konuşmalarımızı hatırladıkça dehşete düştüm.

Ve o günden sonra denemeye ve gözlemlemeye başladım: İnsanlar bir şey anlatırken nasıl davranıyorum?
Nedense birisi bana derdini anlattığında, benden yardım istiyor, onu çözmemi istiyor hissine kapılırdım. (Bu da benim karmam ile ilgili sanırım: ‘kurtarıcı olma’ -ki son senelerde üstünde çokça düşündüğüm bir durum…)
Ve o ‘kurtarıcı olma’ hissi de, o konuşmaları yorumlama ve çözüm sunma ihtiyacı doğururdu bende.
Şimdi tüm bunların farkındayım, durumun böyle olmadığını biliyorum ve sadece dinliyorum. Çünkü bazen insanlar sadece anlatmak istiyor ve genelde bir sorunla yüzleşmek ya da onu çözmek gibi istekleri varsa bunu da zaten kendileri yapabiliyor. Ancak böyle bir istekleri yoksa o sorunu defalarca dile getiriyorlar. Seni de o oyunun içine çekmeye çalışıyorlar. Senin de ‘kurtarıcı olma’ oyunun varsa, o alana giriyorsun ve başlıyorsun sonu ve çözümü olmayan bir oyuna.
Bence bu sahaya sürüklenme hayattaki her alanda söz konusu: Arkadaşlık ilişkilerinde, iş ilişkilerinde ve tabii ki aşkta.

Benim bir derdim var mesela, bir karmam var ailemden taşıdığım. Ya annemle ya babamla ilgili, ya da çocukluktan bugüne taşıdığım travma ve yüklerimle, ve bu benim başımın tepesinde bir tabelada yazıyor: ”Merhaba, ben değersizlik hissi yaşıyorum ve bunu oynayabileceğim arkadaşlar arıyorum.”
Etrafta başka insanlar var ve aynı tabela onlarda da var. Ve bir gün, uygun şartlar ve yıldızların konumu bir araya geldiğinde; bir an, bir ışık hızı ve hisle o kişi ile karşılaşıyorsunuz. Onun da tepesinde yazıyor: ”Merhaba, ben narsistim ve anneden kopamamış bir adamım. Beni kurtaracak bir kadın arıyorum.”

Sen de kurtarıcı kadınsan eğer, ya da öteki arkadaşın değersizlik hissini tatmin edecek narsist isen, birbirinizi tanımasanız da, hiç konuşmasanız da, üst benlikleriniz bu mesajları alıyor ve sonra oyun başlıyor. Haydi piste!!
Oyuncular hazır. Şimdi oyunu ve alanı oluşturalım.
Aşk, ihanet, şehvetle bezenmiş dramatik hikayeler. Ve böylece başlıyor her şey. Sen öğrenmen gerekeni öğrendiysen, o oyunda mağlup olsan da ödülle çıkıyorsun. Öğrenmediysen, bir süre dinlendikten sonra hayat karşına benzer bir oyuncu daha çıkartıyor. Ve tekrar, tekrar… Ve ilginç bir şekilde bu oyuncular hep birbirine benziyor.Kimi zaman ise oyuncular farklı olsa da durumlar benzeşiyor.

Ve o zaman durup düşünüyoruz: “Ya, ben niye hep benzer adamlarla yaşıyorum bunu? Ya da niye farklı adamlarla benzer durumu yaşıyorum? Benim derdim nedir arkadaş? Göremediğim şey nedir?”


İşte bunun cevabı kişinin kendisinde gizli. Ailesinde, karmasında, travmalarında...
Ve bu soruyu sorma aşamasına geldiyse önünde iki seçenek beliriyor:
Ya cesurca bunu araştırmak, kendiyle çalışmak, terapiye gitmek; ne bileyim, dansla, sanatla bunu bulmaya çalışmak...
Ya da yola devam edip kendisini tüketene, yok edene kadar körebe oyununa arkadaş aramak…
Senin seçeneğin nedir?